BİTMEK BİLMEYEN BAŞ AĞRILARIMIZ

Merhaba sevgili okurlarım. Sizlerle zaman zaman bu köşede bir araya gelerek, hem dertleşecek, hem de günümüz insanının sorunlarına ışık tutmaya çalışacağız.


Aşk mı asrımızı değiştirdi, yoksa bizler mi asra uygun aşklar inşa ettik? Burası tartışılır bence, fakat isterseniz gelin size aşkların vücutlarda cereyan edişini de, asırlara etkenliğini de şöyle bazı mısralarla pekiştirmeye çalışayım ve inelim on yedi yaşlarında bir gencin kalbinde ki heyecana.


Aşık olmuş diyelim on yedilik delikanlı, üstelik de ondan yaşça büyük bir kadına.

Delikanlıya demiş ki kadın sakın bakma fotoğrafıma, mutlu olup kalma boşuna, hayaller kurup durma aşk adına, çünkü dinmeyen bir ağırlık var kılcallarımda. Vazgeçmemiş aşık genç, gizliden bakmış elinde ki son fotoğrafa. Her baktığında biraz daha hüzün ve efkâr dolaşmış odanın havasında. Boğulmaktan tat alırcasına vazgeçmemiş aşık adam bakmaktan. Yiyeceği ekmek kurumuş, izleyeceği TV. kanalı bilmem kaçıncı programa atlamış, dışarıdan gelen toz toprak yatağına serilip durmuş, fakat genç hâlâ bir küçük fotoğrafa bakmakla kalakalmış. Ona demiş ki kadın bakma öyle kıpırdakça yüzüme, bir zamandı senin baktığın masumiyet çehresi… Şimdi yok oldu, dünya çöplüğünde. Kokuyoruz, aşka yakışmayan fiillerle biz kocamışlar, birbirimiz içinde. Ya sen henüz büyümediğin için bana hâlâ safça bakabiliyorsun ya da aşk denen bir masumluk var da, ben onu kaybettim.


Böylesi bir dize geçmiş terk eden kadın ve aşkla kaynayan delikanlı arasında. Böylesi bir dize geçmiş bizleri anlatan şu asırda... İnandığımız değerleri kaybettik. Çünkü bizler büyümedik, büyütüldük.


‘Karnım aç, lütfen bir ekmek parası’ diye acınası bakan bir kadına verdik son paramızı, fakat sonra baktık ki, bizden sonra yaklaşık dört yüz insandan daha aldı bir ekmek parası. İşte o an merhameti ütüledik ve ‘uzun süre giyilmemeli (!) diyerek kaldırdık gardıroba. Oysa hep giymek istediğimiz jilet gibi bir parçaydı, bekledik güzel bir günde alacağız merhameti ve çekeceğiz üstümüze diye.


Devam ettik koparılan etimizle, kalınan yerden ve nereden okşanmalı diye merakı hala taşıyan canımızla, diğerlerinin bolca sakladığı iyi değerlerin arkadaşı olmaya. İnancın zedelendiği kısmı es geçip, geri kalan umutlarla sevginin yüceliğine inanmaya. Ve gittik en biçare olana sevgiden basamaklar kurmaya. Tuttuk elinden yaranın ve çıkardık üç beş basamak, yüzünü astı yara en başta. Tam iyileşmeye başlayıp, kendi gücünü toplayınca artık sana ihtiyacım yok diyerek elveda bile demeden koştu basamakları hızla. İşte o an bir kez daha yenildik, merhamet gibi sevginin de zavallı kalışına. Ve aldık sevgiyi koyduk bir kilitli sandığa. Anahtarı da attık bir halı altına. Ne kadar vazgeçersek geçelim, bizi az da olsa yaşatmış olan değerlerin üstünü hepten çizemiyorduk. Ya anahtar bekliyordu halı altında, ya ütüleniyordu merhamet, zamanı gelince çıkmak için gardıroba asılmaya… Biri seviyorum diye bakıyordu bir küçük fotoğrafa öteki bak diyordu sevgiler ve merhametler eritiliyor yaş kemale varınca. Sanırım aşkları korkmadan yaşayanlar küçüktü.


Bakardı bir fotoğrafa seneler boyunca. Bakardı sevme dese bile sevdiği. Peki büyüseydi yine bu kadar gurursuzca sevebilir miydi? Yaşın elli, otuz, kırk... Otuzundan sonra ki yaşların aklı isen o kadar muhtaçlaşıyorduk samimiyete, hoşgörüye, masumluğa, sevgiye, merhamete. Ve o kadar uzaklaşıyorduk karakterimizle, yaşayışımızla ve tanıştıklarımızla bütün bu insani değerlerden. Konuşulan sohbetler, yakınılan dertler ve yırtık boğazlar eşliğinde soğutulan kalpler kalıyordu yanı başımıza. Yanı başımızda bir sıcak çay koyuyorduk soğuk kalbin ısınması için. Yanı başımızda kürklü mantolar veriyorduk soğuyan kalbimize. Ne kadar aldırma desek de, günün bir saati bir kerede çöküyordu baş ağrısı tepemize. Yol arıyordu ağrılar tüm vücutta gezmek için. Yol arıyordu bize kimsesizliğimizi, kimsesiz bırakışlarımızı hissettirebilmek için. Hepimiz aynı gecelerde birbirimize yalnızlık en güzel şey diye ağıtlar diziyorduk. Bir köşede bağdaş kurmuş otururken, başımız ellerimiz arasında, yüzümüz devrilmişken toprağa, feryad ediyorduk yok mu halden anlayan diye? Sayısız milyonlar senin gibi aynı saatte, acısından kremler sürse de başına, masajlar yapacak eller arasa da kendimle baş başa kalmak daha iyi deyip, son damlalarını bırakıp öyle gidiyordu uyumaya.


Öylesine uzanıyordu ona sarılan yatağına, öylesine bakamıyordu yanında yatan senelik hayat arkadaşına.  Sarılacak gibi oluyor sonra ben miyim şefkate layık deyip hayat arkadaşından değil, kendinden vazgeçiyordu bir kez daha. Yatağında yalnız yatan ise düşünde aşkı seriyordu kâinata, alıyordu fotoğrafa bakan delikanlıyı fikrine fakat devam edemiyordu hayal kurmaya, gerçeklik düşmüşse olgun haline.  Dörtte üçümüz yolsuzluğu seçmiş olsa bile vardı hâlâ umutları çocuklaşan ruhlar. Umutlarına sarılan koyunlar.


Görmezden gelsek bile vardı hâlâ bizleri aydınlatacak saf aşıklar. Yaşın elli, kırk, otuz... Otuzundan sonra zavallılaşıyorduk mantıkçı kafamıza. Kontrolleşiyordu duygularımız fakat daha çok kanmaya heyecanlı kalpler taşıyorduk.


On yedilik olmak istiyorduk bir fotoğrafa bakarken, on yedilik yaşamıyorduk, bir acıyla yontulurken. Baş ağrıları kalıyordu geceleri kalple akıl arasında. Oysa kalbi de akıl yönetiyor, bilseydik ta en başında. Bilseydik kaybolmaz değerler dörtte üçümüz çamurla oynaşıp dursa da. Bilseydik vardır en kaçak olanlarımızda bile yalnızlık sitemleri, vardır yalnızlık sitemlerinden ağrıyan baş halleri, hayatımdan memnunum diyen sersemin uykusuzluğunda da.

Etiketler : Cansu- İlgin-
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.